OZAN BELDESİ
  Orda Bir Köy Var Uzakta
 

 

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA
 
Çocukluğumun geçtiği Ozan Beldesinde bulunan, Ozan Şehit Necati BİNEKÇİ İlköğretim okulunda, zaman zaman müzik derslerinde söylediğimiz “orda bir köy var uzakta gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür” diye devam eden bir türkü vardı, o dönemlerde (1974-1979) bu türküde ne anlatılmak istendiğini pek anlamaz, hatta çocukluğumuzdan kaynaklanan bir tutumla biraz da önemsemeyerek alaylı alaylı söylerdik.
 
Çünkü; çocukluk dönemi hiçbir sorumluluğu olmayan, kısıtlamayı tanımayan, deli dolu, aklının estiği, gönlünden geçtiği gibi sınırsızca dolu dolu yaşanan günlerdi.
 
Sabah gün doğarken, serçelerin, güvercinlerin sesleri horozların seslerine karışır, eli öpülesi rahmetli annem bütün merhamet ve şefkatiyle tebessüm ederek, hadi oğlum çay hazır, okul vaktin geliyor, daha üstünü giyeceksin geç kalma diye yanaklarımdan öperdi,
 
Annemin siyah bezden diktiği çantayı sırtıma alır, telaşla okula doğru giden arkadaşlarıma yetişmek için koşardım, teneffüslerde koşar oyunlar oynar, zilin çalmasını hiç istemezdik, okulun duvarlarına asılan dört mevsim resimlerinin arasında hayal alemine dalar kaybolur giderdik, okulu anlatmaya ne kağıt ne de kalem yeter, okul bittiğinde yokuştan aşağıya süratle koşarak iner, okul çantasını eve bırakır bırakmaz, arkadaşlarımızla buluşur, mevsime bağlı olarak, kışsa kızak kaymaya, baharsa çiğdem sökmeye, yazsa havuz ya da derelerde yüzmeye, son baharsa uçurtma uçurmaya giderdik, zaman zaman çember sürer, ayı dönderir, hotlık çıtlık, cıncılı, selme çelik oynardık, sanki koskoca bir gün bize yetmezdi, akşama doğru tepelerden dağılmakta olan koyun kuzu sesleri birbirine karışır, herkes kendi hayvanlarını bulma telaşına girerdi, akşam yemeğinden sonra karanlıkta bir araya toplanır, saklampertek, ay gördüm, darıyandı gibi oyunlar oynardık, her şey bizim oyun oynamamız için yaratılmıştı sanki, yağan yağmurda dahi ıslanmayı oyun olarak görür, dambaşılardaki çörtenlerden akan suyun altına kafamızı tutar eğlenirdik, yoldan bir motosiklet geçse koşa koşa yola çıkar motosiklet kayboluncaya kadar arkasından imrenerek bakar, sonra da özelliklerini hiç bilmediğimiz motosiklet hakkında yorum yapardık, gökyüzünde giden uçaklara doğru ellerimizi kaldırır, babalarımız evde olsa dahi çocukça  “tiyareee babama selam söyle” diye avazımız çıktığı kadar bağırırdık, elinde valizi ile gelen bir komşumuzu gördüğümüzde nefes nefese koşar, ailesine müjdeler, karşılığında ya 50 krş ya da bir yumurta alırdık, acıktığımızda annem elimize bazlama, çörek verir,  bazen de  şekerli, yağlı dürüm verirdi, hem oynar hem de dürümümü yerdim, o dürümlerin lezzeti anlatılamaz, okulların tatil olmasıyla başka bir boyuta geçerdik sanki, bir kısım arkadaşlarımız kuzularını, koyunlarını, büyükbaş hayvanlarını otlatmak için araziye çıkarlardı, zaman zaman bende arkadaşlarıma eşlik eder, yemyeşil çimenlerin üzerinde onlarla güreş tutar, hodak oynardık, acıktığımızda azıklarımızı birleştirir, köz üzerinde isli çaydanlıklarda demlediğimiz hala tadını özlediğim çaylarımızı büyük bir keyifle içerdik, arada bir de tosunları kızdırır vuruştururduk, bazen bağlara üzüm yemeye gider, caalerde bulunan bahçelerden mısır yolar, söğütlerin kuru dallarından ve tezeklerden toplayarak yaktığımız ateşte közlerdik, yine bahçelerden patates söker, ateşin içine gömerek pişirir büyük bir iştahla ve keyifle hep beraber yerdik, hasat zamanı herkes kağnılarla, at arabalarıyla, eşeklerle sabahın erken saatlerinde ellerinde tırpanı, tırmığı ile çalışmaya tarlalara giderdi, bizlerde öğle aralarında firik üter, çeşmelerden su testisi ile su taşırdık, binbir zahmetle toplanan ekinler, at arabalarıyla, kağnılarla, harmanlara taşınırdı, o kağnıların gıcırtısını hala duyar gibi oluyorum, harmanda toplanan saplar düvenlerle sürüldükten sonra, yelin çıkmasıyla birlikte savrularak samanla buğday birbirinden ayrılırdı, biz çocuklarda bu işlerin her zaman biryerlerindeydik, kağnıların arkasına asılır sap çeker, zaman zaman büyüklerimizle beraber düven sürer, bazen de ayak altında dolaştığımızdan bahisle, büyüklerimiz tarafından kovalanırdık, köyde bir düğün olmaya görsün, adeta o düğünü başlatan da, bitirende biz çocuklardık, halay çekenlerin en sonunda bulunan ağabeylerin ellerinden tutup halay çekebilmek, bizim için ne büyük bir murattı, havaya atılan silahların kapsüllerini toplayıp saymak, hele de düğün bitiminde bayrakta asılı bulunan elmaları taşlamanın verdiği hazzı anlatmaya kelimeler yetmez.
 
Bayramlar bir başka olurdu, bir gün öncesinde, geçmişlerimizin canı için dağıtılmak üzere, annelerimizin maşanalarda pişirip dilimlediği mis kokulu çörekleri, sinilere koyup cami avlusuna gider, köyün diğer çocukları ile çörekleri büyük bir heyecanla ve telaşla değiş tokuş yapardık, bayramlık olarak babam bizlere kazak, pantolon alırdı, biz kısaca cıcık derdik,  bayramın bir gün öncesi akşamında, yeni elbiselerimizi yatağımızın başucuna koyar, sabah onları giymenin hayali ile heyecandan gözlerimize uyku girmezdi, annem ellerimize kına yakar, kim erken uyursa onun kınasının daha iyi olacağını söylerdi, sabah heyecanla ve telaşla kalkıp elimizi yüzümüzü yıkar, kınamızın ne kadar güzel olduğuna bakardık, yeni elbiselerimizi giyer sevinçle aynanın karşısına geçerdik, ayaklarımıza da canik marka yeni kara lastiklerimizi giydik mi bizden daha mutlusu yoktu, büyüklerimizi bayram camisinden çıkarken karşılar, ellerini öper onların verdiği şekerleri, harçlıkları büyük bir keyifle alır yeni pantolonumuzun cebine koyar soluğu, rahmetli dalloğlunun, behrinin ve İsmail dayının, Allah uzun ömürler versin Ömer Osman’ın dükkanlarında alırdık, dükkandan aldığımız rengarenk balonları yanaklarımız elma gibi kızarana kadar şişirir, birbirimizle yarışır, mantar tabancalarımızı arada bir patlatırdık.
 
Her mahallenin kendine ait köy odası vardı, bütün mahalleli burada toplanır, annelerimizin daha evvel hazırladığı, yöresel yemeklerimizden mercimek çorbası, mantılar, etli pilavlar, köhte aşı, sini tatlısı gibi çeşit çeşit yemekleri, önce büyüklerimiz sonra da bizler birbirimizle yarışırcasına yer sofralarına oturur büyük bir iştahla yerdik,
 
Televizyon yoktu, elektrik yoktu ama, köyde bir paylaşım vardı, imece vardı, hatır gönül vardı, akşam oldu mu herkes ellerine löküsleri alır eşe dosta, komşulara oturmaya giderdi, ocaklarda  mısır hediği, bulgur hediği kaynatılır, bulgur köftesi yapılır, gaz lambasının loş ışığında yudumlanan çaylar eşliğinde hoş sohbetler edilirdi, insanlar daha samimi ve daha candandı, sevinçler de hüzünlerde paylaşılırdı, şu anda da bu tür güzellikler var ama, o günler  bir başkaydı.
 
İşte; hiç bitmeyecek sandığım o tatlı  günler mazinin tozlu raflarında kaldı sanki, mekanları cennet olsun büyüklerimizin çoğu hakkın rahmetine kavuştu, arkadaşlarımın bir çoğu geçim derdi ile yurt dışına gittiler, bir kısmı başka illere göç etti, köyde kalan arkadaşlarım da, üç gün köyde kalırsa, aylarca da başka illerde çalışarak ömürlerini gurbette tüketir oldu, Belde olan çehresi değişen Ozan köyü, her ne kadar gelişip serpilse de, başımın tacı olmakla beraber, benim gönlümdeki Ozan, çocukluğumda yaşadığım, mazimde saklı olan Ozan’dır.
 
   Ozan köyünün her ismi geçtiğinde, resmini gördüğümde, benim aklıma her zaman bu mazimdeki Ozan gelir, o Ozan’a her ne kadar tekrar gidip gelemesem de, bütün hatıralarıyla benim mazimde, benim gönlümde, Ozan benim aldığım nefesimde, Ozan benim her iç çekişimdedir.
 
İşim nedeniyle 20 senedir Köyümden ayrı yaşıyorum, arada bir giderim köyüme, baktığım her yerde, hep çocukluk dönemimdeki o tatlı günler gelir gözümün önüne, sanki o günleri yaşarcasına dalar giderim maziye, gözlerim dolar, boğazımda bir şeyler düğümlenir, içim hüzünle dolarken, hep aklıma ilkokul sıralarında söylediğimiz o türkü gelir, “orda bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür.   
 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol